Yıllık arşiv 18 Kasım 2021

ileadmin

Düz

Dümdüz yaşamak var bu hayatı. Dümdüz derken bölye düüümmmdüz, düpedüz. Kıymet bilmeden, sevgi görmeden, görse de üstlenmeden, aşık olmadan, aşktan anlamadan. Karmakarışık bu hayatta mutluluğu yakalamadan, mutluluktan anlamadan. Güzel bir haberi sevinçle karşılamadan, dost edinmeden, dostluk ne bilmeden. Başkalarının mutluluğuna ortak olmadan, derdi, sevinci paylaşmadan. Güzellikleri ummadan, umduğunu bulunca umursamadan. Evindeki çiçek tomurcuklanınca sevinmeden, hatta evinde çiçek beslemeden. Bir çocuğu öpmeden, onu sevindirmeden. Yaşamayı bir görev gibi sırtına üstlenen nice insan var hayatta. Oysa hayat öyle güzel ki… Ne yazık denizin kokusunu içine çekince huzur dolmayan, her gün doğumunda tekrar tekrar umutlanmayan, hayattaki tek görevi nefes alıp vermek olan insanlara, ne yazık hayatın tadına varamayanlara.

ileadmin

Soru

Heyecan nedir sizce? Karnınızın içindeki acı mı, yoksa kelebeklerin coşması mı? Gözyaşlarınızı tutamadığınız o an mı, yoksa istemsiz gelen o kahkaha mı? Hepsi mi yoksa? En son ne zaman mutluluktan ağladınız? En son ne zaman mutluluktan ağlayacak kadar mutlu oldunuz? Mutluluk nedir sizce? Yaşarken upuzun, bitince kısacık olan bu hayatta siz mutluluğu mu yoksa hüznü mü tercih ediyorsunuz? Mutlu anlar kısadır. Siz mutluluğu ömrüne yayanlardan mı, yoksa üzüntüyle kendini kavuranlardan mısınız? Siz kimsiniz gerçekte? İnsanların gördüğü mü yoksa insanlara gösterdiğiniz kişi misiniz özünüzde? En içte, ta derinde yaraları saklayan mı, yoksa onlara mutluluk tohumu eken misiniz? Siz kimsiniz?

ileadmin

Serbest

Bu yazıları buraya yüklemeden önce tekrar tekrar okuyup yanlış bir yazım ya da hatalı bir noktalama işareti, gereksiz bir virgül, gerektiği yerde bulunmamış bir ünlem var mı diye kontrol edeceğimi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Burada yanlış, doğru yok. Burası akış, burası hayat, burası gerçeklik…Kasmadan, kasılmadan bir şeyler gevelenen özgür bir yer burası. Hem zaten o kadar zaman ayırmaya gerek var mı gerçekten? Bir iş değil burası benim için sonuçta. Özgür klavyemden dökülen özgür kelimeler kumpanyası burası.

Sizce de hayatta bazen bazı şeylere çok gereksiz zaman harcamıyor muyuz? Ya bir hayat akıyor be arkadaaşşş!!! Sen orda iki kazağın arasında kalmış hangisi güzel diye düşünüyorsun. Aslında o kazağı giyeceğin zamandan çaldığını ne zaman anlayacaksın acaba? Bu benim için de geçerli bakmayın böyle size doğru konuştuğuma. Yani önümüzde bir hayat var ve bu hayatın ne zaman biteceği belli değil. Güzel anılar biriktirmek varken iki kazağın arasında kalmaya devam mı edeceğiz?
Tabi konuşması kolay değil mi? İnsan bazen hiç istemese de zaman ayırmak zorunda kalıyor bazı şeylere. Öncelikleri bir anda değişebiliyor. Hatta öyle bir değişiyor ki ona kalsa hiç de önce değil o en öndeki. Ya bazen diyorum ki hayat mı bizi yaşıyor biz mi hayatı? Bazen hayat bizi, bazen de biz hayatı.

Her şey ne kadar büyük bir denge üzerine kurulu değil mi? Ekosistem zaten öyle ama bir önceki cümlemi tekrar okusanıza. O cümledeki dengenin farkına vardınız mı? Belki hep biz yaşasak hayatı farklı deneyimler edinemeyeceğiz. Acı çekmeyeceğiz belki. Ki acı çekmek de gerekir hayatta. Bazı şeylerin kıymetini anlatır insana. Peki hep hayat bizi yaşasa? Ay yok bir düşündüm de olacak gibi değil. Bu denge iyi. Biraz biz onu yaşayalım biraz da o bizi. Hatalarımızdan ders çıkaralım sonra dersimizi unutup tekrar aynını yapalım. Bir gün mutluluktan ağlayalım diğer gün mutsuzluktan. Hem mutluluk olmasa mutsuzluğun, mutsuzluk olmasa mutluluğun tadı olur mu? Hata yapmadan doğru yol bulunur mu?

ileadmin

Acı

Somut bir şey mi ölmek?
Ölmek mi somut acısı mı yoksa?
Ölenin acısı değil canım, kalanın acısı.
Kemiğin kırıldığı andaki acı gibi gerçek değil mi sizce de kalanın acısı?
Gidenin acısı mı demek daha doğru acaba?
Gidenin giderken kalana verdiği acı demek daha doğru galiba…

ileadmin

Kalabalık

Sağıma dönüyorum yokluğun
Solumda zaten yokluğun
Yatıyorum aklımda yokluğun
En zoru sabahları yokluğun
Yokluğun içinde bir kalabalıktayım
Artık çok kalabalık bir hayattayım

ileadmin

İstanbul ya da Istanbul

İki kıtayı görkemli deniziyle ayıran güzel şehir İstanbul kime güzel? Anadolu yakasının en ücra köşesinde oturan bir aileye güzel mi mesela? Köyden para kazanma uğruna nice hayallerle gelen bir ev babasına güzel mi? Kıt kanaat geçinen bir gece kondu evinde doğan bebeğe? Ya da gece gündüz evine bir ekmek parası götürebilmek için didinen bir kadına? İstanbul kime güzel hakikaten? Zengine diyecek gibi bir rota aldı bu yazı. Her gece başka barda babasının parasını yiyen, lüks otomobilde gezen bir gence güzel mi İstanbul? Ya da pahalı kıyafetleriyle oradan oraya gezen? Okumuş hatta okumaya ömrünü vermiş bir doktora peki? Saray gibi bir eve doğan küçük bir bebeğe mi güzel yoksa? İstanbul kendine güzel bence. Ne zengine ne fakire, ne okumuşa ne cahile İstanbul’un tüm güzelliği bir tek kendine. Fakire sorsan paramız mı var da yaşayacağız İstanbul’u der. Zengine sorsan bir tek gittiği restoranın mimarisinden bahseder. Öğrenci zaten gençliğin verdiği deli kanla önünü göremez. Okumuş adam da çalışmaktan şehri gezemez. Türkiye’nin gözbebeği İstanbul bir kendine bu yüzden güzel.

ileadmin

Yarım

Tekrardan haaaayyyy gaayyyssssss

Bu yazıyı, tek kulaklığımdan gelen klasik müzik tınıları ve diğer boş kulağımda evin tüm gürültüsü varken yazıyorum. Şu anda da bunun ne kadar kötü bir fikir olduğuna karar verip diğer kulaklığımı da kulağıma takıyorum. Vaoov taktım. Artık tamamen kendimle baş başayım. Bu kalabalık evde kendi kendime kalmak aslında bir çift kulaklığa bakıyor. Bir de tabii klasik müziğin büyüsüne…

Bir şeye odaklanmak ve tamamen dış dünya ile bağımı koparmak istediğimde klasik müzik her zaman ilk tercihim olur. Kitap okurken, çalışırken, düşünürken… Bir de mum yakmayı çok severim. Ama ne yazık ki evdeki tüm mumları bitirdim. Bu yazı maalesef mum ışığında değil, bildiğiniz bir avize ışığı altında, klavyesi bok gibi olan, boşluk tuşu bile adam akıllı çalışmayan bir bilgisayardan yazılıyor. Daktilo ile yazsam daha az eziyet çekerdim emin olun.

Bir evin içinde, birden fazla beyin ve düşünce… Tuhaf aslında değil mi? Yani ailesiyle yaşayan insanları varsayarsak herkes aynı genden ama farklı bakış açısı ve fikirlerle… Ya da niye tuhaf olsun ki? Ama bir o kadar da tuhaf aslında. Tuhaf değil de zor galiba. Ev aslında senin ama senin olduğu kadar kardeşinin, annenin… Herkesin düzeni farklı, tarzı, keyfi farklı. Bu aşamada işin içine anne giriyor tabii. Aile evi her ne kadar senin evin gibi gözükse de aslında değil. Düzen senin değil en başta. Annenin kurduğu düzeni devam ettirmekle mükellefsin ne yazık ki burada. Bence çoğu insan sırf bunun için bile ayrı eve çıkma kararı alıyor olabilir.

Bir de ailenle geçirdiğin, psikologların merakla dinlediği ve genelde teşhisi o zamanlara bağlı olarak koyduğu çocukluk dönemi var. Çocukluk dönemi, felçli yatalak bir hastadan farksız bir dönem bence. Her şeyin ebeveynlerine bağlı. Onlar götürürse gidersin, götürmezse gitmezsin. Ay bu yazı benim içimi sıktı ya. Manasız saçma sapan bir şey oldu bu. Yazmayacağım ben bunu. Hadi hoçcağalın.

ileadmin

Melo’ya Hello!

Hay gayss!

Buraya ilk eklediğim yazının bu olmasını istedim yani aslında şu an ortada bir yazı yok. Yazıyor olduğum ve sizin şu an okuyor olduğunuz yazının olmasını istedim. Bu yazı biraz beni anlatır nitelikte olacak. Belki olmak istediğim kişiyi, belki özümdekinin ta kendisini. Burada istediğim gibi cirit atabilirim, herhangi bir beğenilme kaygım yok. Burası benim dünyam ve burada işler ben nasıl istersem öyle yürür.

Öncelikle iyi bir insan olduğumdan başlayabilirim. Akla ilk gelenden yani. (Tabii burası benim dünyam olduğu için kendime göre iyi bir insan oluyorum doğal olarak.) Heyecanlanmayı çok severim yani o kadar heyecanlanırım ki birkaç sezonluk diziyi bir gecede bitirebilirim çünkü sonunu çok merak ederim. Sona gelince de çabuk bitti diye üzülürüm. Her zaman mutlu sonları severim. (Balık burcuyum bu arada). Mutlu sonlu dizi ve filmlerin etkisinden hemen çıkamam ve günlerce o etkiyle hayatımı sürdürebilirim. Eğer son çok mutlu bittiyse kendi kendime gülerim ve hayatımda ne kadar iyi bir şey yapıp da bu dizi/filmi izlediğimi düşünürüm. Kendimi tebrik de ederim. Sex and the City dizisini bitirince (tüm gece izleyip sabah 7’de bitirmiştim) topuklu ayakkabılarımı giyip (topuklu ayakkabı giymekten nefret ederim) sanki Manhattan’daymışım gibi sokakları gezmemek için kendimi zor tuttuğumu çok net hatırlıyorum. (Neyse ki o gün hava yağmurluydu ve böyle bir şey yaşanmadı.) Anlayacağınız gibi küçük şeylerle mutlu olurum yani. Beni mutlu edecek büyük şeylerde ise ağlarım. Mutluluktan ağlamak çok güzel bir his mesela. Bu hissi anımsayıp tekrar tekrar mutlu olurum. E ama tabii bu kadar kolay mutlu olan biri, bir o kadar kolay da üzülüyor haliyle. Hemen modum düşer ve bunu çevremdeki insanlar hemen anlar. İçim dışımdadır yani. Yalan söyleyemem. Söylemek istediğim çok zaman oluyor ama hemen anlaşılıyor. Bu yüzden yalan söylememeyi tercih ediyorum. Hayatta olabildiğince her şeyi doğru yapmaya çalışıyorum. Herkesin doğrusu kendine, ben kendi doğrularımı yapmaya çalışıyorum. Mesela bir kitaba başlarken önce sonunu okurum. Son sayfayı falan değil direkt hikâyenin sonunu anlayacağım kadar sayfayı okumaktan bahsediyorum. Sonra çok heyecanlanırım ve “aaa bu kitap nasıl böyle bitiyo yeaaa” diye düşünerek bir hışım kitaba başlarım. Zaten kitabı okurken genelde okuduğum sonu unuturum çünkü kitabın okuduğum her cümlesini an be an zihnimde canlandırırım. E ne yalan söyleyeyim biraz da unutkanım. Genel hayatımda unutkanım yani. Bu yüzden çalışırken muhakkak her şeyi not alırım. Yapacaklarımı tek tek yazarım yaptıkça da tik atarım. Kalem, defter gibi kırtasiye eşyalarını çok severim. Düzenli defter tutmak benim için önemli. Olabildiğince de güzel bir yazıyla yazmaya çalışırım. Şöyle bir göz gezdirirken defterin içindeki yazıların göze hitap etmesini isterim. (Benim gözüme yani.)

Çok da anlatılacak bir şeyim yok aslında. Hayatın hengamesine dalmış, çok hayal kuran, kendine gelince bu hayallerin bazılarını çok saçma bulan. Bazen boktan yere ağlayan, bazen en ağlanacak şeylere ağlamayan. Her sabah kalkıp yüzünü yıkayıp dişini fırçalayan dümdüz bir insanım işte.

Burası da benim yeni hobim. Baktım evde otururken kafamda bir şeyler yazıyorum dedim kafama değil de word dosyasına yazayım bakalım ne çıkacak. Bugünlük bu çıktı. İlerleyen yazılarımda bir megaloman gibi böyle sürekli kendimden bahsetmeyeceğim merak etmeyin. Ama kült doğruları bulabileceğiniz bir blog sitesi de değil burası baştan söyleyeyim. Canım o gün ne istiyorsa, aklım o dakika neye takıldıysa, canımı ne sıktıysa o olacak burada. Eğer yazı dilimi sevdiyseniz ne mutlu bana, yok sevmediyseniz hadi uğurlar ola.